Doğal Doğum ve Psikodrama Felsefesi
MORENO VE SAĞLIKLI YAŞAMIN DOĞAL YAPISI
Psikodrama Grup Psikoterapisi ve Sosyometri sistemi yaşamı bütüncül bir yaklaşım ile ele alan ve kendi doğası içinde yaşamın mükemmel bir system olduğunu kavrayan bir anlayışa sahiptir, laboratuara giren her şey kendi doğal çevresindeki değişkenlerden arındırılarak incelenirken yapay bir ortamda kendi doğal yapılarından farklı bir varoluş içine girmektedirler. Bu nedenle araştırmalar bilimsel kaygı ile insani kaygıların birleşmesi sonucunda steril ortamlar yaratmaya ve obsesif tarzda büyüyen bir bilgi birikimine neden olmaktadırlar. Bu bilgiler insanlar , hekimler ve diğer uzmanlar tarafından gitgide insanın ve yaşamın doğasından uzaklaşılmasına sebep olan bir yolda kullanılmaya yönelmiştir.
Bebek ve Anne ilişkisi yaşamın en temel ve vazgeçilmez ilişkisidir ve bu ilişki bebek ana rahmine düştüğü andan itibaren başlamaktadır. Organik plezanta içinde büyüyen bebek doğum anına gelene kadar anne ile iletişim içinde olmayı sürdürür ve bu iletişim hem oraganik düzeyde hem de ruhsal, psikolojik ve sezgisel düzeyde devam eder, eğer anne bu süreçler ile ilgili olarak yeteri kadar farkındalığını artırabilirse bu dönemde de bebek ile daha bilinçli bir iletişim içinde olabilir. Doğuma hazırlanma sürecini bebek ve anne birlikte yaparlar ve psikanalizin söylediğinin aksine ki psikanaliz bunu bir travma olarak nitelendirir, doğum bebek ile annenin ilk spontan davranışı ve başarısıdır. Bu an psikodrama felsefesinin önemli bir parçası olan spontanitenin görünür hale geçtiği ve işlevini yerine getirmeye başladığı bir an olarak değerlendirilir. Doğum anı bebek ile annenin beraber yaşadıkları sürecin önemli bir dönüşüm noktasıdır ve her iki canlı tarafından tam olarak yaşanılmasına gereklilik vardır. Doğal doğum sürecin kesintiye uğratılmamasının gerekliliği olarak karşımız çıkar. Anne bebeğe onu 9 ay 15 gün taşıyarak eşlik etmiştir, eğer doğum anı annenin bilincinde olmadığı bir sürece dönüşürse bebek ile anne arasında ilk kopukluk meydana gelir. Bu kopukluk bebeğin bu süreçte bir yanlızlık duygusu yaşamasının nedeni olabilecektir. Tam ya da yarım uyuşturulmuş anne bebeği ile birlikte yapacağı ilk ve en önemli eylemi kesintiliye uğratmış olmaktadır. Bu süreç “birlikte yapma” birlikte hissetme “ ve “birlikte olma” olarak adlandırılan 3 önemli olgunun yaşanılmasını kısa bir an için sekteye uğratır. Bu sorun daha sonraları her sıkıntılı durumda benzer bir kesintinin olmasının habercisi olabilir. Anne bebeğinden farkında olmadan zor anlarda uzak kalma davranışı sergileyebilir ya da bebek yaşadığı bu ilk uzaklığı hücresel düzeyde hissetmeyi her zaman hatırlayabilir. Bebeğin doğal doğum sürecinde doğar doğmaz anne nin kucağına verilmesi de büyük önem taşır. Doğumun anne uyanıkken ve doğal olarak yapılmasının sebeplerinden birisi de budur, bu ilk buluşmanın ilk katartik başarı olduğu gerçeğinden hareketle eylem hedefine ulaşmalı ve anne ile bebek kucaklaşmalıdır, bu yaşama merhaba deneyimidir ve bebek ve anne için son derece önemlidir. Anne bebeğin “sosyal plesantası” dır ve bebek arada hiçbir boşluk yaşamadan yeni plesantasının bedenini, duygularını, annedeki doğumun yorgunluğu ve huzurunu, doğum başarısının mutluluğunu ve mucizenin parçası olma deneyimini hissetmelidir. Tüm bu iletişimler enerji düzeyinde ve duygular aracılığı ile anneden bebeğe ve bebekten anneye akar.
Moreno varoluşçu felsefenin merkez kavramlarından biri olan karşılaşma (encounter) kavramının ilk tanımını 1914-15 yıllarında yayınladığı “Karşılaşmaya Davet” (Einladung zu einer Begegnung – Invitation to an Encounter) adlı çalışmasında vermiştir. Karşılaşma prensibi psikodrama felsefesi için son derece önemlidir; diğerini tanıma yeteneği olarak karşılaşma, diğeriyle mental olarak rol değiştirebilme kapasitesinin varolması ve farkına varılmasıdır. Karşılaşma kavramı psikotera¬piyi bireysel düzeyden kişiler arası düzeye taşıyan kavram olarak da önemlidir. Bu psikoterapide yeni bir çığır açmıştır. Bireyin ilk karşılaşma deneyimi bebek ile annesi arasında olur ve bu sürecin tamamlanması doğal doğuma bağlıdır. Karşılaşma kişinin hayatındaki önemli kişilerle gerçek hayatta ya da gerekli durumlarda karşılaşmayı yeniden başarmak için psikodrama sahnesindeki yardımcı egolar yardımıyla ilişki
içindeyken anlamlı bir şekilde kendisiyle yüzleşmesi sırasında yaşanır. Moreno karşılaşmayı aşağıdaki şiiri ile şöyle dillendirir:
“A meeting of two: eye to eye, face to face.
And when you are near I will tear your eyes out
and place them instead of mine
and you will tear my eyes out
and place them instead of yours,
then I will look at you with your eyes
and you will look at me with mine.
(Moreno, 1977)
Karşılaşmadan söz ederken ilişkinin kalitesi ya da niteliği olarak tanımlayabileceğimiz “tele”nin rolü anlaşılmalıdır. Tele insanlar arası ilişkide nasıl kullandığımızı ve yaşadığımızı bilmeden yaşadığımız önemli bir süreçtir ve temelleri anne karnında atılır ve sonrasında anne ile devam eden bir süreçte öğrenilir. Doğumun doğal olmaması durumunda tele ilişkisi bozulur ve nereden bildiğimizi bilmediğimiz çok önemli bilgiler bütününden mahrum kalmaya başlarız. Bu insanlar seçimlerinde ve etraflarındaki kişileri anlama becerilerinde sürekli olarak sorunlar yaşarlar.
İnsanlararası ilişkilerin bir ölçüm yöntemi olarak sosyomet¬rinin çalışmalarının içinden doğan “tele” kavramı insanlararası duygu akışı olarak tanımlanır ve şimdi ve buradaki otantik değişimler ya da karşılaşmalar olarak kendini ifade eder. Bu spon¬tanitenin bir başka göstergesidir. Karşılıklı spontanite “tele”nin varoluş nedenidir. Bebek ile anne doğumdan sonraki ilk birliktelikte bu tele ilişkisini canlı tutmak için beraber olmalı ve ilk spontan eylemi beraber gerçekleştirmelidirler ; bu da doğal doğumdur. İletişimde minimum aktarım ve maksimum tele hedeflenmelidir ve bu sağlıklı ilişki demektir. Tek yönlü em-patiye karşı olarak tele, çift yönlü bir etkileşimdir. Tele'nin eti¬yolojik kökeni Yunanca’dan gelmektedir ve “uzaktan etkileme” anlamındadır.Bebek en uzak yerden en yakın yere gelmek üzere yola çıkmıştır, en önemli rehberi annesidir ve onun bu süreçte aktif olarak rol oynamasından daha önemli birşey yoktur. Tele grubu ve bireyleri yani anne ve bebeği bir arada tutan görünmez bir bağ olarak, kelimeler olmaksızın hissetme kapasitesini temsil eder
Günümüz uygarlığının en önemli hatalarından birisi insanla¬rın yaratım süreci ile ilgilenmeyip yaratılan sonuçlarla ilgilenme¬si ve giderek yaratıları putlaştırmasıdır. Bir bebeğe sahip olmak onunla birlikte yaşanacak zorluklar, mutluluklar veya süreçlerden önemli bir hale gelmektedir. Bu doğum sürecini es geçip sahip olmak hedefini daha önemli hale getirmektedir ki bu zaten yaşamın ve ilişkilerin doğasına aykırıdır, sahip olma öldürmek yok etmek ve mal yapmak anlamına gelir halbuki “olmak” yada “birlikte olmak” herkesin ve her sürecin değerli olduğu yaşam değeri olarak karşımıza çıkar, böylece süreç sonuştan önemli hale gelir, doğurmak değil doğum süreci önemlidir. Artık sanat eserleri, ki¬taplar, teknolojik buluşlar, katı ahlaki değerler, psikolojik ve fi¬ziksel formüller toplulukların tapındığı putlar haline gelmiştir. Bu bir kültürün ya da uygarlığın yaratılması anlamında düşünülür¬se buna Moreno “kültürel konserve” adını vermektedir. Bu ö¬lüm¬süzleştirme çabası insanın yanılsaması olarak kendisi için mut¬suz olduğu bir dünya yaratmasına neden olmaktadır. More¬no’ya göre insanın asıl düşmanı yarattığı makineler ve bu kültürel konservelerdir. İnsanın yaratıcı bir devrime ihtiyacı vardır ve bu ancak ve ancak spontanite ile mümkün olacaktır. Moreno spon¬tanlığı hem kalıtsal bir özellik hem de bir yetenek olarak tanımlamaktadır. Bu ilk bakışta kafa karıştırıcıdır. Bireyin kendi durumunu dış etkilerden ve kontrol edemediği iç etkilerden bağımsız olarak sürdürmek için duyduğu kalıtsal eğilim olarak spon¬¬tanite son derece fizyolojik bir görünüm kazanmaktadır. Buna karşılık kişinin yeni bir duruma yeni ve uygun tepki verebilme yeteneği olarak tanımlandığında spontanite kazanılabilecek bir beceri olarak karşımıza çıkmaktadır. Moreno felsefesinde test edilemeyen ve anlaşılması son derece güç olan spon¬ta¬nite, devrim niteliğinde bir kavram olarak hak ettiği yeri bulamamıştır. Karşılıklı spontanlık olarak ortaya çıkan “tele” spon¬ta¬nitenin ge-çişliği ya da akışkanlığı anlamında kişilerarası ilişkilerde de son derece önemli olduğunu vurgulanmaktadır. Son derece fizyolojik bir özellik olarak karşımıza çıkan spontanitenin gelişmesindeki en önemli duygusal engeller kültürdeki tutuculuklardır. Göka’ya (1996) göre Moreno, spontanlık ve yaratıcılığın, libidonun veya bir başka hayvansal dürtünün türeyimi olmayıp birincil ve pozitif bir fenomen olduğu düşüncesindedir. Bu doğum anında kendisini gösterir. Bebeğin sahip olduğu spontanite doğumu olanaklı kılar ve annenin spontanitesi ile birlikte iş görür. Bu gerçek bir mucizedir ve spontanitenin fizyolojik karşılığıdır.
Moreno felsefesinde üç önemli kavramı tanıma gerekliliği vardır bunlar: “Locus nascendi,” “status nascendi” ve “mat¬riks”tir. Bebeğin locusu ana rahmi ve plasentadır, statusu ana rahmine düşen yumurtanın döllenme zamanı ve matriks ise gelişen em¬biriyodur... Bunların biri olmadan diğeri olamaz. Bir başka değiş¬le locus nascendi mekânı, matriks çevreleyen koşulları ve sta¬tus nascendi ise o durumdan doğan tepkinin oluştuğu özel anı temsil etmektedir..Bu Mekan, Zaman ve Ürün olarak anlamlandırılabilir. Spontanitenin ortaya çıkabilmesi ısınmaya bağlıdır ve ısınma olmadan spontan eylem, ya da yaratıcı eylem gelişemez. Isınmanın sağlanabilmesinin çeşitli belirleyicileri vardır ve bunlar somatik, psikolojik ve sosyolojik olarak kendilerini gösterirler. Psikodramanın ve sosyodramanın ilk aşaması olan “ısınma” gerekliliğini böylesine önemli bir noktadan almaktadır. Doğal olarak bebeğin ilk spontan davranışı olan doğum, fizyolojik yani somatik başlatıcılar tarafından sağlanır. Bebek bu sayede organik plasentadan sosyal plasentanın içine geçiş yapar. Sosyal plasenta bebeğe ilk yıllarından itibaren bakım vermeye başlayan bireylerdir ve bebek birlikte olma, birlikte hissetme ve birlikte yapma becerilerini ve süreçlerini bu sosyal plasentanın içinde öğrenir. Bu süreçlerin sağlıklı geçirilmesi ruh sağlığının temel koşuludur. Bu dönemdeki her bozukluk daha sonra tanı konabilecek bozulmaların habercisidir. Sosyal plasentada spon¬tanite faktörü ve tele faktörü son derece önemli bir rol oynar. Sosyal plasenta içindeki kişiler bebeğin “kimlik matriksini” oluştururlar. Isınmayı sağlayan fiziksel başlatıcılar bebeği ona bakım veren kişilere yöneltir ve böylece bebeğin ilk rolleri oluşmaya başlar. Bu rollerin alınması sırasındaki deneyimler bebeğin bu rollerle barışık olmasına ya da bu rolleri eksik ya da yetersiz oynamasına en son olarak da bu rolleri almaktan kaçınmasına neden olur.
Rollerin gelişimi dört gelişim aşaması içinde oluşur. Bun¬lar; embriyonal dönem, birinci evren, ikinci evren ve üçüncü evren¬dir. Birinci evren içinde ben-sen ayrımı yoktur buna özdeşim bütünlüğü adı verilmektedir. Bebek yalnızca embriyonal dönemden getirdiği somatik rollere sahiptir.
Neden insanlık hastalanmak pahasına sahip olduğu ve gereksinim duyduğu spontaniteden ve anını yaşamaktan bu denli uzak¬laşmaktadır. Bunun cevabı açıktır. Spontanite insana sürek¬li olarak bir varoluş anksiyetesi yaşatmaktadır, bunun yerine insan güvenli olan konserve davranışlara sığınmaktadır. Anneler “sezeryan” doğumlara yada “epidural anestezi” uygulamalarını ister duruma gelmektedirler. Uzun vade¬de bakacak olursak spontanite sanki bilgi birikimini engelleyen ve varoluşu tehlikeye sokan bir olgu olarak algılanmaktadır, anı yaşama güvensiz¬likle ve belirsizlikle eş anlama gelmektedir. Bu nedenle toplumlar kalıcı olanın, test edilmiş olanın peşine düşmüş ve yaratıcılık, bilimsel ve kültürel bakımdan tutucu biçimlere dönüşmüştür. Bunlara sığınan birey anlık, belirsiz ve hazırlıksız olandan uzaklaşmaya çalışmıştır. Bu süreç engellenemeyecek derecede aşırıya kaçmış ve insanın mutsuzluğuna hizmet eder hale gelmiştir. Freud uygarlığın sonucu “nevroz”dur derken aynı noktaya farklı bir bakış açısıyla yaklaşmış olsa da insanlara yeniden rüya görme cesareti verecek kadar kültürel konserveden kendisini kurtaramamıştır tam tersi yeni tutuculuklar yaratmıştır.
Moreno’ya göre spontanite yalnızca varolduğu anda işlevini yerine getirmekte ve tıpkı sönen bir ışık gibi söndükten sonra işlevini kaybetmese de ortadan kaybolmaktadır. Spontanite kavramı psikodrama için önemli olduğu kadar aynı zamanda da bir demir leblebi olarak da durmaktadır. Kanıtlanması ve ölçülebilmesi bu denli zor olan bir kavrama dayanmak psikodrama disiplinini dünyadaki diğer disiplinler karşısında zora sokmaktadır. Anne ile bebeğin spontan başarısı olarak doğum o anda var olur ve biter, bu süreci beraber yaşayamayan anne ve bebeklerde birçok eksiklik söz konusu olabilir, bu eksikliğin en önemlilerinden bir tanesi ve herkesin kabul edeciği bir gerçek olarak “cesaretsiz anne ilk birlikte verilecek olana çabada kendi hislerinden korkmuş ve kendini uyuşturmuştur, ama bebek tüm süreci yaşamıştır, bu ilk kopukluk doğal doğumun tercih edilmemiş olmasından kaynaklanmıştır.
Uzm. Psk.Dnş. Deniz ALTINAY
Psikodrama Grup Psikoterapisti ve Eğitmeni
Enstitü Başkanı
İSTANBUL PSİKODRAMA ENSİTÜSÜ
ULUSLARARASI ZERKA MORENO ENSTİTÜ
Adres: Şakaik Sok No: 57/1 Nişantaşı – İSTANBUL
Tel: 0212 232 12 63 –232 47 83 Fax: 0212 231 47 54
psikodrama@superonline.com / www.istpsikodrama.com.tr